Anıları hafıza ve kayıtlardan silinmiş olan pek çok geçmişe ait olay ve onların öğeleri, her defasında saklı yerlerinde onlarla ilgili asıl görevli sahiplerini beklemektedirler. Sonunda o kişi veya kişiler o husus üzerine yaptıkları araştırma ve incelemelerinin esasını teşkil edecek olan asıl yapı taşını yani o saklı duran şeyi bulmaktadırlar.
Eski dillerin çözümleri böyle olmuştur. Eski yerleşim bölgelerinin bulunuşları böyle olmuştur. Eski yitik sanılan birçok unsur böyle bulunmuştur.
İşte James Churchward da MU kıtasını böyle bir misyonu sahibi olarak benzeri stilde tüm dünya kamuoyuna duyurmuş olan önder bir araştırmacıdır.
James Churchward Üzerine Bazı Görüşler
Geçmişte Pasifik Okyanusunda yer alan MU kıtası ve günümüz uygarlığından pek çok alanda ileri aşamalara ulaştığı söylenen MU uygarlığı konusunda en yetkili kişi olarak tanınan ve bu konuda ilk defa kapsamlı araştırmalar yapan kişi İngiliz Albayı James Churchward’ dır. İtalyan araştırmacı Peter Colosimo, Not Of This World adlı kitabında bu konuda şöyle bir açıklama yapmaktadır:
“Pasifikte büyük bir kıtanın varlığına ilişkin efsanelere dünyanın pek çok yerinde rastlanır ve bunlar hiç kuşkusuz İngiliz Subayının anlattıklarından çok daha eskidir. Ancak pek çok bilim adamının bu konuda yazılmış kanıtların en geçerlisi saydığı ipuçlarını ilk bulan Churchward olmuştur.”
Eric-Craig Umland’ ın “Eskilerin Esrarı” Mystery Of The Ancient adlı kitabunda ise Chuchward için şöyle denilmektedir:
“Yakın zamanlarda MU üzerine en önde gelen yetkili olarak James Churchward’ a rastlıyoruz. Churchward layık oldukları ilgiyi ancak şimdi görebilen bir kitapları dizisi hazırlayarak sadece MU ile değil, Batık Kıta Atlantis ile de ilgili elimizde mevcut tüm bilgi kapsamının bir özetini verdi. Gerçekte, her iki kıtanın da bir zamanlar var olduğunu ve uygarlıkları aracılığıyla birbirlerine bağlı olduklarını fark eden ilk kişinin Churchward olduğu görülüyor.”
Albay Churchward’ ın MU Uygarlığının Belgelerini İlk Keşfedişi
Albay Churchward uzun bir süre Hindistan’daki İngiliz ordusunda hizmet görmüş, 1883’ te Batı Tibet’te bulunmuştur. Burada görevli bulunduğu sırada bir tapınağa konuk olan churchward, kendisinin Mu hakkında ilk esaslı bilgisini bu tapınağın eski arşivlerinden edindiğini söyler. Bu tapınağın mahzeninde rastladığını söylediği tabletler, MU kutsal metinlerinden kopya edilmiş ve harfleri çeşitli şekiller, sembollerden oluşan çok eski bir ölü dilde, Naga dilinde yazılmışlardı. Bu dili biler tapınağın başrahibinin (Rishi) üstadlığı altında iki yıl boyunca bu dili öğrenerek tabletleri çözdü. Churchward’ a göre en az 15.000 yıl önce yazılmış olup Hindistan’a Naakaller (MU bilim rahipleri) tarafından getirilen bu tabletler, MU ve MU dini hakkında esaslı bilgiler içermekteydi.
Churchward daha sonra Tibet’ten ayrılarak yitik MU uygarlığını ortaya çıkarmak amacıyla 50 yıl sürecek olan araştırma gezilerine başladı. Carolin adalarında, Güney Pasifik’in bütün takımadalarına, Orta Asya’ya, Birmanya’ya, Mısır’a, Sibirya’ya, Avusturalya’ya, yeniden Polenezya’ya, A.B.D.’ne ve Orta Amerika’ya giderek MU’nun varlığına ilişkin ilginç veriler topladı.
W.Niven’in Meksika’da Bulduğu, Mu’nun Bir Kolonisine Ait Olup Mu’yu Anlatan Tabletler
Bu arada Amerikalı jeolog William Niven’in 1921–1923 yılları arasında Meksika’da açığa çıkardığı 2600’ü akın tablet, MU hakkında bir diğer esaslı bilgi kaynağıdır ve MU’nun varlığına ilişkin en geçerli kanıtlardan sayılmaktadır. Tabletler 1924 te Carnegie Enstitüsünden Dr. Morley tarafından incelenmiştir. Dr. Morley incelemeleri sonucu gerçek tabletler olduklarını ve tabletlerin şimdiye dek bilinen hiçbir uygarlığa ait olmadığını, tümüyle tanınmayan bir uygarlığın ürünü olduklarını kesinlikle söylemiştir.
Jeolog Dr. W.Niwen’in Meksika’da bulduğu 2600′ü aşkın tabletlerden bir kaçı, Mexico müzesinde bulunmaktadırlar.
P. Colosimo, W. Niven’in keşfinden sonraki gelişmeleri bize şöyle aktarıyor:
“ Churchward, Amerikalı jeolog William Niven’in Meksika’da gün ışığına çıkarmış olduğu önemli izlerin varlığını haber aldı; Niven bu garip izleri kendi hesabına inceledi ve Churchward’ı tanımadığı halde, aynı sonuçlara vardı. Bundan sonra eski İngiliz subayı ile Amerikalı, birlikte 2600ü aşkın tableti incelediler. Ve bilinmedik geçmişinde, Pasifik sularına gömülmüş gizemli kıtaya ön planda bir yer vermekte tamamen görüş birliğine vardırlar.”
Churchward, Hindistan’daki tabletlerde gördüğü sembollere biraz farklı olarak Niven’in tabletlerinde de rastlamıştı. Hindistan’da bir başrahipten öğrenmiş olduğu dil sayesinde bu tabletleri ( Nivenin bulduğu tabletleri) çözmeyi başardı. Böylece Hindistan’daki tabletlerden edindiği MU hakkındaki bilginin eksik taraflarını bu tabletlerden tamamladı.
Churchward’ın MUya ilişkin beş eseri mevcuttur. Bunlardan “MU’nun Çocukları” (The Children Of Mu) adlı eseri 1931 ‘de, “MU’nun Kutsal Sembolleri” ( The Sacred Symbols) adlı eseri ise 1933’te yayınlanmıştır.
Atatürk MU konusuyla ilgilenmiş ve New York’tan getirilen Churchward’ın eserlerini bölümlere ayırtarak resmi ve özel kurumların altmış kadar çevirmenine kısa bir sürede tercüme ettirmiştir. Ancak bunlar henüz basılmamışlardır.
Jeofizikçilerin Pasifik Adını Verdikleri Mu Kıtası Bulundu
Geçmişte, pasifikte bir kıtanın var olduğu fikri 1930 yıllarından itibaren bilim adamları arasında gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu konuda son gelime 1977 de Amerikalı jeofizikçilerin bu fikri benimseyerek kıtaya “Pasifika” adını vermesidir.
Birleşik Amerika’da bir üniversitede görevli iki jeofizikçi, Atlantis’in dünyanın tek kayıp kıtası olmadığını, bir benzerinin de Pasifik okyanusunda bunduğunu bildirerek, bu kıtaya “Pasifika” adını verdiklerini açıklamışlardır.
Jeofizikçilere göre Pasifika, Avustralya Kıtasından biraz daha küçüktür. Kıtanın günümüzden 300 milyon yıl önce parçalanmaya başladığı ve bazı küçük kara parçaları ile birleştiği için kıtanın yok olduğu belirtilmiştir.
Jeofizikçileri bu konudaki açıklamalarında ayrıca, Pasifika kıtasının Güney Amerika kıtası ile çarpışması sonucu Güney Amerika’nın Pasifik kıyılarındaki dağlık bölgelerin ve özellikle yüksek And Dağlarının oluştuğu iddia edilmekte ve Pasifika ile günümüzdeki Avusturalya ve Antartika kıtalarının milyonlarca yıl önce tek bir süper kıta olarak görüldüğü, bu kıtanın parçalanması sonucunda üç kıtanın ortaya çıktığı öne sürülmektedir.
Mu Kıtasının Varlığının İlk Kanıtları Olan Temel Buluntular
Bugün elimizde MU’nun var olduğunu bildiren ve MU’yu anlatan pek çok bekge bulunmaktadır. Bu belgelerin başlıcaları şunlardır:
1- Meksika’da Bulunan Tabletler: Amerikalı jeolog William Niven tarafında 1921- 1923 yılları arasında bulunmuştur. Tabletlerin sayısı 2600’ü aşmaktadır. James Churchward tarafından çözülmüştür. Tabletler bugün Mexico Müzesinde bulunmaktadır.
2- Manuscrit Troano: bu el yazması Yukatan’da hazırlanmış eski bir maya kitabıdır. 1.500- 5… yıl önce yazıldığı sanılmaktadır. Bu gün British Museum’da bulunmaktadır.
3- Codex Cortesianus : troano elyazmasıyla aynı yaşta olan diğer bir Maya kitabıdır. Bugün Madrit’te Ulusal Müzede bulunmaktadır.
4- Lhassa Belgesi: Arkeolog Schliemann tarafından Tibet’te bir Budist tapınağında bulunmuştur.
5- Uxmal Tapınağı Yazıtları : Yukatan’daki bu yapının batan MU kıtasının anısına inşa edilmiş olduğu, yine bu tapınak yazıtlarından öğrenilmiştir. Churchward, eldeki verilere göre tapınağın 11.500- 12.000 yıl önce inşa edilmiş olması gerektiğini bildiriyor.
6- Xochicalo Piramiti Yazıtları: piramit Mexico şehrinin 60 mil güneybatısında bulunmaktadır.
Perezianus ve Dresden kodeksleri de MU’ya ilişkin belgeler arasında yer almaktadır. Churchward, Hindularun Ramayana Destanında da Naalkallere ve doğudaki anayurtlarına değinildiğini söylemektedir. Geçmişte pasifikte yer alan bir kıtaya ve burada yüksek bir uygarlığın bulunduğuna ilişkin daha pek çok belge bulunmaktadır ve gün geçtikçe de yeni belgeler gün ışığına çıkarılmaktadır.
Mağaralarda Bulunan Ve Mu Kıtasını Gösteren Eski Coğrafya Haritaları
Ünlü İngiliz Arkeologu Sir Aurel Stein 1907 de Türkistan’daki Tun-Huang mağaralarına indiğinde ipek üzerine yazılmış çeşitli elyazmalrı ve resimler buldu. Ancak bunlar zamanla parça parça olmuşlardı. Ertesi yıl Fransız Palu Pelliot da daha başkalarını buldu ve az çok yenilenebilen bazılarını bugün Paris’te Ulusal Kitaplıkta ve Louvre müzesinde ya da Londra’da British Museum’da görmek mümkündür. Ama gene de kimi resimler kurtarılamadı. Bunlar arasında bazı gök ve soğrafya haritaları da vardır. Bunlardan biri Pasifikteki geniş bir kara parçasını göstermektedir
Öte yandan F. Bruce Russel 1947 yılında St. George, Utah yakınlarında, MU’ya ait olup boyları 2.50m.den 2.70m.’ye kadar değişen mumyalar bulduğunu bildirmiş.
Mu araştırmacıları, Mu gerçeğini kabul etmek için, sadece Pasifik adalarının, incelenmesinin bile yeterli olduğunu bildirmektedirler.
Pasifik Adalarının Esrarengiz Irkları, Mu Uygarlığını Kanıtlıyorlar
Serge Hutin şöyle der:
“Okyanuslular, bu gün bile büyük bir tufanın anısını korurlar. Yerlilerin söylediklerine göre bu tufandan sonra “ölüler suyun dibine, beyaz adamların uyudukları yere” inmişler. Hawaii adalarının, Yeni Hebrit’lerin, Yeni Zelanda’nın tüm efsanelerinde, beyaz derili ve sarı saçlı bir ırktan söz edilir. Bu insanlar ilk Polinezya gemicilerinden de önce yaşamışlar, öyle söylenir.”
İtalyan bilgini Egisto Roggero, “Anıtsal Deniz” adlı eserinde, Sonda adaları halkının Moğol ırkından ve çevre adalardaki kara derili okyanuslulardan bambaşka özelliklere sahip olduklarını anlatır: “Bunlar iki gruba ayrılmışlardır. Kıyıdakiler Malezyalılar(Mongoloidler) ve yabanileşmiş olarak içerilerde, ormanlarda, ulaşılması güç yerlerde yaşayan beyazlar.”
Roggero daha sonra Ari ırktan olduğu besbelli grupların Lieu- Khien adalarında, Yeso adasında ve Sahalin adasının güney yöresinde de bulunduğunu yazar ve ekler: “ bunlar bizim ailenin en tanınmış dallarıdır. Kadınlar, özellikle genç kızlar son derece güzeldir. On sekizinci yüzyıl gemicileri adalardaki kadınların çekiciliği ve güzelliğinden hararetle söz ediyorlardı. Bu genç kızların rengi bizim Sicilyalılardan koyu sayılmazdı.”
Ve şöyle devam ediyor:
“demek ki, Asya’nın doğusunda, Batının beyaz ırklarına benzer bir ırk vardır. Bu ırkın anavatanının Asya takımadaları olduğu ve en belirgin örneklerinin de hala orada yaşadığı anlaşılmaktadır. Bu büyük “okyanus ırkı”, geçmişi bizce bilinmeyen büyük, eski bir halktır! Belki de büyük bir tarihi vardır ve bazı çağdaş kuramlara göre bizim atalarımız da bu ırktan gelmektedir.”
İtalyan bilgini daha sonra, Pasifik Okyanusunda büyük, parçalanmış bir kıtanın olabileceğini ve Polinezya takımadalarının bu kıtadan arta kaldığını yazar ve ekler:
“kuşkusuz bu sadece bir varsayımdır. Ama pek çok temele dayandırılabilir. Şu kadarı yetiyor: bu adaların tipi ve dilleri, yüzlerce ve binlerce mil uzanan bir bölgede ancak çehre yapısı ve lehçeleri yönünden başkalık gösterir… Bu geniş bölgeyi bir kez düşünmek yeter: ta Güney Amerika’dan Asya kumsallarına değin!”
Avrupalıların gelişinden önce Polinezya, Mikronezya ve Melanezya’nın pek çok adasında yaşayan yerlilerin, birbirlerinden hiç haberi olmamıştı. Son derece geniş bir bölgeye yayılmış bu üç takımadanın tüm topraklarına rastlantı sonucu yayılmış olmaları(sahip olduklarına ilkel deniz ulaşım araçlarına bakılırsa) olanaksızdır. Ama tümü de aynı kökten gelme dili konuşurlar, töreleri, gelenekleri, giysileri ve dinsel inançları ortaktır.
Erich Von Daniken, Aussaat Und Kosmos adlı kitabında şöyle diyor: “yunanca “çok adalar” anlamına gelen, Okyanusun doğu kısmındaki Polinezya takımadaları; Hawaii, Paskalya ve Yeni Zelanda adalarının oluşturduğu büyük üçgen içinde bulunmaktadır. Bu adaların 43.700km.karelik sahası içindeki tüm eski toplulukların masal ve gelenekleri ortak olduğu gibi, pek az değişikliklerle ortak dil kökleri, ortak dış görünümleri ve ortak tanrıları vardır.”
Mu Kıtasından Arta Kalan Adalardaki Olağanüstü Anıtlar
Pasifik Okyanusunda bulunan Polinezya adalarında yapılan araştırmalar, bu adaların bir kıtadan arta kalan parçalar olduğunu ortaya çıkarmıştır.Adalar çok eski çağlardan beri meskûndu. Mağaralarda ve kayalarda, çok eski zamanlara ait resim ve kabartma şekiller vardır. Yapılan hesaplamalara göre bazılarının yaşı bir milyon yıla varmaktadır. Nitekim efsanelerde, Polinezyalıların kökeninin bugün büyük bir kısmı sulara gömülmüş olan bir kıta olduğu söylenir. Polinezya adalarının efsanelerinde de çok eskiden var olan fakat sonra Tanrının hışmına uğrayıp batan ülkelerden, uygarlıklardan söz edilmektedir.
Carolin adaları, Mikronezyanın en büyük takımadalarıdır. Buradaki adaların sayısı 500’ü geçer ve toplam yüzölçümleri 1340 km. karedir. Carolin adalarında geniş teraslar, dev harabeler ve büyük tapınak kalıntıları gibi ilginç arkeolojik kalıntılar bulunmuştur. Churchward 1878 yılında bu adalarda araştırmalarını sürdürürken, yerliler ona şunları söylediler: “ bu adalarda bulunan insanlar daha bu adalar ada değilken, fakat büyük bir kara parçası iken bu insanların büyük kayıkları vardı. Bu kayıklar içerisinde onlar bütün dünyayı dolaşırlar ve bazen de bir seneden fazla uzun bir zaman geri dönmezlerdi.”
Ponape Adası Ve Mu’nun Büyük Kentinin Görkemli Ahalisi
Carolin adalarının en büyüğü 504km.karelik yüzölçümü ile Ponape adasıdır. Churchward’dan MU’nn yedi büyük kentinden birinin Ponape yakınlarında olduğunu öğreniyoruz. Nitekim Carolin adalarının yerlileri, çok eski zamanlarda ışıl ışıl yanan gemilerle Ponapeye giden okyanusun ötesinde yaşayan, değişik dil konuşan mutlu insanlarla ve yüksek binalarla dolu bir ülkeden söz ederler. Ve yerlileri eğiten bir ırkın varlığına inanırlar.
Carolin adalarının diğer bir eski efsanesinde anlatıldığına göre : “Ponapeye garip parlak sandallarla birkaç beyaz yabancı geldi. Bizim dilimizi konuşmuyorlardı ama yanlarında bizim ırkımızdan insanlar vardı. Bunların her ne kadar şiveleri az çok başka idiyse de ve her ne kadar zamanla yabancıların giysilerini benimsemiş idiyseler de onlarla anlaşabiliyorduk. Orada denizin olduğu yerde uzanan topraklar ve göz kamaştırıcı yapılar ve mutlu erkekler, mutlu kadınlar hakkında çok güzel hikâyeler anlatıyorlardı. Yeni gelenler bize garip büyüler öğrettiler ve böylelikle okyanusta yeni yeni adalar beliriverdi. Böylece gemilerimiz dalgaların üzerinde uçuyordu ve hiçbir düşman ne kadar güçlü ve silahlı olursa olsun kalelerimizi yıkamıyordu. Ama günün birinde büyük bir fırtına koptu ve düşmanların yapamadığını yaptı. O güzelim yapılar birkaç saat içinde paramparça oluverdi, bir zamanlar çiçekleriyle ve yerlilerin şarkılarıyla denizi şenlendiren birçok ada derinliklere gömüldü gitti.
“sonradan gelen yabancılar bileri tekrar işe koyulmaya kışkırttılarsa da, yurttaşlarımız fazlasıyla tembeldi ve ustaların kışkırtmalarına kulak asmadılar, onları kovmakta el birliği ettiler. Böylelikle adalar halkı yozlaştı gitti ve kardeş kardeşe düşman oldu”
MU’nun yedi büyük kentinin yakınlarında bulunan Ponape arkeolojik bakımdan da hayli ilginçtir. Adada, duvarları bugün bile 10 metre yüksekliği aşan bir bazalt tapınak bulunmaktadır. Bu tapınağın çevresi başka yıkıntılarla ve teraslarla kanallardan oluşmuş bir labirentle kuşatılmıştır. Jean Dorsenne şöyle yazıyor: “ yapay dört köşe ya da üç köşe adalarda yükselen devasa yapılar, muazzam bazaltı blokları, Ponapeyi olağanüstü bir “devler Venediği” haline getirmiştir.”
Adanın en şaşırtıcı kalıntılarından biri, boyu 100m., genişliği 20m., duvarları da 10m. Yüksekliğinde ve 1.5m. Kalınlığındaki tapınak kalıntısıdır. Adada piramide ve geniş yer altı geçitleri ağızlarına da rastlanmıştır.
Churchward, yerliler tarafından inşa edilmesi olanaksız büyük bir işçilik isteyen bu türlü yapıların ancak yüksek bir uygarlığın ürünü olabileceğini söylemektedir. Bu da MU uygarlığıdır.
Daniken, Aussaat Und Kosmos adlı kitabında şöyle diyor: bu garip konuyu ilk kez Herbert Rittlinger’in “büyük okyanus” adlı kitabında okudum. Güney denizini inceleyerek gezen Rittlinger, Ponapenin binlerce yıl önce ünlü bir imparatorluğun orta noktası olduğunu öğrenmiş. Efsanevi zenginlik, inci avcılarının dikkatini çekmiş ve deniz dibini gizlice aramışlar. Dalgıçlar su yüzüne çıktıklarında inanılmaz şeyler anlatmışlardır… Denizin dibinde midye ve mercanlarla donanmış caddelerden geçtiklerini, aşağıda sayısız taş kubbelerin, sütunların, taş anıtların, ev kalıntılarının, yazılı taş levhaların bulunduğunu söylemişlerdi. “inci avcılarının bulamadıklarını, modern cihazlarla donatılmış Japon dalgıçları bulmuş ve Ponape efsanesinin doğruluğunu çıkardıkları şeylerle kanıtlamışlardır. Değerli madenler, inciler, gümüşlerle dolu büyük bir zenginlik. Ölüler evinde (sitenin ana binası) cesetler bulunmaktadır, diyor efsane. Japon dalgıçları ölülerin su geçirmez platin tabutlarda yattıklarını söylemişler ve gerçektende her geçen gün yeni bir platin parçasıyla su yüzüne çıkmışlardır. Adanın ana ihraç maddesi olan hindistancevizi, vanilya, Hint irmiği, sedef yerini platine bırakmıştır. Platin çıkarılması günün birinde iki dalgıcın, modern aygıtlarla dalmalarına rağmen, bir daha su üstüne çıkamamalarına dek sürmüş, ondan sonra savaş başlamış, Japonlar burayı terk etmek zorunda kalmışlardır.”
Diğer Pasifik Adalarındaki Devasa Yapılar Ve Paskalya Gizemi
Yine Ponape adası çevresindeki küçük adacıklardan biri olan Nan Madol’da, çoğunun ağırlığı on tona varan binlerce bazalt sütun bulunmaktadır. Bu bazalt sütunlardan kurulu yapı ada dışına taşmakta, tesisler deniz altında devam etmektedir.Tahiti’deki eski bir efsaneye göre, insanoğlu Fenua Nui kıtasında doğmuştur. Ama rüzgâr tanrısı Ru soluğu ile kıtayı dağıtarak birçok irili ufalı adaya ayırmıştır. Efsaneye göre Paskalya adası Fenua Nui’nin bir parçasıdır.
Paskalya adası Pasifik Okyanusunun güneydoğusunda kurak ve volkanik bir adacıktır. Bu küçük ada arkeoloji tarihinin sayılı esrarlarından birini taşımaktadır. Bu esrar, adada dikili bulunan kimi 50 ton ağırlığında kimi 33m. Boyunda dev heykellerdir. Adayı kaplayan 600’e yakın heykelden başka Rana Raraku volkanının kraterinde de yarım kalmış yüzlerse dev figür vardır. Ayrıca bir dizi kıvrık çizgiler ve yarı resimler şeklinde, tahta tabletler üzerine yazılmış yazılar vardır. Yerliler bunların yazı olduğunu bilmekte fakat okuyamamaktadırlar.
A.B.D. Deniz kuvvetlerine ait ilk atom denizaltısı Nautilius dünyayı dolaştığında Paskalya adasının yakınlarında denizin dibinde yükselen bilinmeyen bir dağ keşfetmişti. 1965 yılında Kaliforniya Üniversitesi ve Deniz Kaynakları Enstitüsü adına araştırmalar yapan Profesör H.W. Menard da Paskalya adası yakınlarında bir tortu köprüsünün yükseldiğini belirmiştir.
Paskalya adasında rastlanan garip şeyler saymakla bitmez. Örneğin bir mağarada bir alligator resmine rastlanmıştır.
Bu çok eski sanat eseri özellikle şu yönden ilginçtir: alligator, Polinezya adaları çevresinde yaşamayan bir timsah türüdür. Profesör Montford bu konuda şunları söylüyor:
“Jeolojik açıdan zaten şüphe etmekteydik. Bu resimler şüphelerimizin sağlam esaslara dayandığını gösterir. Adalar uzun devirler önce, Güneydoğu Asya ile Avustralya Kıtasını birleştiren büyük bir kıtanın bir parçasıydılar. Görüldüğü gibi arazi volkaniktir. Uzun zaman önce meydana gelen bir seri tabii afetler bu büyük kara parçasını Pasifiğin sularına gömmüştür. Adalar o kıtaların bazı yüksek kısımlarından kalanlarıdır.”
Hawaii, Yeni Zelanda ve Yeni Hebrid efsaneleri beyaz tenli, uzun saçlı atalarının olağanüstü başarılarıyla doludur. Hawai’de Kuki ve Navigator adalarında tarihi bilinmeyen kalıntılar bulunmaktadır. Yine Hawaii adalarında birkaç adayı birbirine bağladığı iddia edilen tünellere rastlanmıştır.
Tonga takımadalarında Tongabatu adını taşıyan bir mercan adası vardır. Tongabatu’da mercandan başka hiçbir şey yok denilebilir; her biri 70 ton ağırlığında iki sütunla bunları bağlayan 25 tonluk bir taştan meydana getirilen bir kemer kalıntısı hariç. Adada taş yoktur ve taş temin edilebilecek en yakın yer, 200 mil ötesindedir. Kemerin nasıl ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir.
Serge Hutin şöyle yazıyor:
“ 1938 Kasım ayında Bruce ve Sheridan Fahrestack kardeşler iki yıl süren bir keşif gezisinden sonra New York’a döndüler; bu gezi sırasında Manua Levu adasında üzerine bilinmeyen harflerle yazılar kazılı olan 40 tonluk bir monolit bulmuşlardı. Bu monolit de bir arkeolojik bulmacadır. Gazetelerde ondan, yitik MU kıtasının bir bölgesinin kanıtı olarak söz etmişlerdir.”
Pasifik Adalarında Bulunan Piramitler
Baron D’Espiard de Cologne, Pasifik okyanusunun batısındaki Tinian adası için şunları yazıyor:
“ adanın her yanına temeli dörtgen biçiminde olan ve hiçbir zaman üzerine bir şey kurulmasına imkân bulunmayan sütunlar ve piramitler serpiştirilmiş durumdadır… bu sütunlar kumdan ve değişik maddelerden yapılmış, bu maddeler birbiri üzerine yığılmış, sıkıştırılmış, üstüne de yassı tarafı alta gelmek üzere bir yarımküre yerleştirilmiştir.”
Ponape’nin 120 mil batısındaki Swallow adasında, Guam ve Tinian adalarında rastlanılan piramitlerin bir eşi bulunmuştur.
Pitcairn adasında ise çok eski harabelere, boyları 4metreyi bulan heykellere rastlanmıştır. Adada ayrıca piramit şeklinde bir tapınak kalıntısı mevcuttur.
Tahiti’nin batısındaki Cook adalarından Rarotonga ve Mangaia’da devasa taşlarla yapılmış yaşı bilinmeyen bir taş yolun kalıntıları duruyor. Her iki adanın hiç birinde taş ocağı bulunmadığından bu devasa taşların kaynağı da bulunmamıştır.
Marshall takımadalarında, Kusal’da, duvarlarla desteklenmiş kanallar ve suni adacıklar yükseliyor. Yerlilerin efsanelerine göre, adada çok eskiden yaşayan ırk, yüce bir uygarlık kurmuş ve gemileriyle her yöne açılmıştı.
Borneo’da ise dağlık mağaralarda, İ.Ö.38.000 yıllarına ait kalıntılar arasında büyük bir incelikle örülmüş kumaş parçaları bulunmuştur.
Cambier adasında bulunan Mısır mumyalarından çok daha eski mumyalar, Cubuai adalarından, Rimatara’daki 20m. Boyundaki sütunlar, Navigator adasındaki kırmızı taştan son derece güzel platform, Kuki adasındaki dev kalıntılar, Lele adasının dev duvarları, Marianne adalarının anlamı çözülemeyen koni biçimindeki pembe mermer sütunları, Kingsmill’in piramitleri ve Rapa’nın bütün doruklarında göze çarpan dev şato kalıntıları, Pasifik adalarındaki saymakla tükenmeyen bütün bu arkeolojik buluntular, Okyanusun geçmişinde yüksek bir uygarlığın yer aldığını açıkça göstermektedir, araştırmacılara göre.
İnsanların yüksek toplumcu değerler, ahlak ve bilgelik ile yaşadığı halk kitlelerinin yaşam düzeyleri gayet yüksek ve olgun bir evrim süreci oluşturur.Böyle sosyetelerin bireylerinin vücut yapıları gayet güzel, psikolojik ve spritüel yapıları kozmik yasa ve enerjilerle ahenktar ve üzerinde yaşadıkları ülkelerin iklimsel ve doğa yapıları da öylesine cennetimsidir.
İşte MU uygarlığı ve MU ahalisi, böyle görkemli bir evrim süreci ve ortamının varlıkları ve yapıcılarıydı.
Mu Kıtasının Coğrafik Durumu
MU’yu anlatan eldeki belgelere göre, MU kıtası denizden yükselmiş ve insan yeryüzünde ilk defa MU kıtasında ortaya çıkmıştı. Mu kıtasında insanın ilk olarak ortaya çıktığı tarih kesin olarak bilinmemekte ise de, Mu topraklarında yüz binlerce yıl içinde çeşitli uygarlıkların gelip geçtiği söylenilmektedir.Paskalya adası tabletleri Mu’yu “güzel” olarak nitelendirir. Troano, Lhassa ve diğer belgelerde kıtanın coğrafik görünümüne ait olarak şunlar söylenilmektedir:“Bu güzel tropikal ülke engin düzlüklerle örtülüydü.
Verimli ovalar ve vadiler boyunca işlenmiş tarlalar ve zengin otlaklar uzanıyor, tepeleri güzel bir tropikal bitki örtüsü gölgeliyordu. Bu dünya cenneti dağlar ve sıradağlardan yoksundu. Zira yeryüzünde henüz dağlar yükselmemişti. “Bu büyük ülkeyi ormanlarla örtülü tepelerin çevresi ile verimli ovaların içinden kıvrılarak yavaş yavaş akan ırmak ve nehirler sulamaktaydı. Gür bitki örtüsüyle kaplı ülke yemyeşil görünmekteydi. Ağaç ve çalılıkların üzerindeki parlak ve güzel kokulu çiçekler bu manzaraya renk ve ahenk katıyordu. Okyanus sahillerinin bittiği yerde yer alan yüksek palmiyeler nehirlerin iki yakalarını kilometreler boyunca süslüyordu. Vadilik yerlerde nehirler sığ göllere dönüşüyordu. Bu göllerin sahilleri çevresinde binlerce kutsal “lotus çiçeği” suyun parıldayan yüzeyini, zümrüt yeşili fonda çok renkli mücevherler gibi süslüyordu. “ilkel ormanların içinden bütün hışımlarıyla “devasa mastadon ve fil”sürüleri geçiyordu.”
“Güneyhaç” adındaki takımyıldızın MU göklerinde belirli bir açıdan görünmesiyle uzun süredir beklenen yağmurlar başlardı. Bu yağmurla birlikte ekili tohumlar yeşerir, yapraklar yeniden canlanır, yeni filizler sürer, çiçekler ve meyveler odunlaşırlardı. O zaman MU’da bollukla birlikte genel bir sevinç hâkim olurdu.
Mu Uygarlığında Halklar, Irklar Ve Yerleşim
Churchward, Mu kıtasında on ayrı kabileden oluşan 64 milyon kişinin yaşamakta olduğunu bildiriyor. Bu kabilelerin fiziki görünümleri ve yazı dilleri farklı olmakla birlikte konuşma dili hepsinde ortaktı. Kabilelerin birleşme yerleri önceden birbirlerine yakındı. Fakat daha sonra kolonileri arttıkça ve yerleşme bölgeleri genişledikçe aralarındaki uzaklık da arttı. Bunun sonucunda dillerinde de farklılaşma ortaya çıktı.
Troano’da ve Mu’yla ilgili kodekslerde MU daki ırklara ilişkin şunlar söylenmektedir:
“başkan olan ırk beyaz ırktı. Bunlar çok güzeldiler. İri, tatlı, koyu renkli gözleri vardı. Saçları siyah ve düzdü. Sarı, siyah veya kahverengi ırklar da vardı.”
Churchward, MU’da iki çeşit siyah ırkın bulunduğunu bildiriyor:
1-Tamiller: siyah derili ve saçları düzdür. Bunlar zenci değildir, Habeş’tir.
2-Negroidler: siyah derili, kıvrık saçlı, kalın dudaklı tam zenci görünümündedirler. Anavatanları MU’nun güneybatı köşesidir.
Paskalya adasının bulunduğu MU’nun güneydoğu köşesinde ise bir beyaz ırk bulunurdu. Bunlar Karyenler ya da diğer adıyla Karalar’dır.
Mu’da köy ve kasabalarla birlikte asıl 7 büyük şehir bulunurdu. Bu kutsal altın kapılı olduğu belirtilen 7 büyük şehir ilim ve öğrenimin merkezidir. MU’daki kozmik kökenli dinin ve çeşitli bilimlerin öğretimi bu şehirlerde yapılmaktaydı. Bu şehirlerden biri bugün Ponape adasının bulunduğu yerdeydi. Diğer şehir ve kasabalar kıtanın üç kara parçasına serpilmişti.
Mu Uygarlığının Yönetimi Ve Ra-Mu
Mu topraklarında yaşayan 64 milyon kişilik nüfuzu oluşturan on kabilenin hepsi aynı dinde olup, her biri ayrı fakat hepsi de tek bir yönetim altında toplanmışlardı. Başlarında bulunan hiyerarşik şef, MU bir imparatorluğa dönüştüğü zaman imparator olarak seçildi.
RA adıyla anılan güneş, Tanrının en yüksek ve kolektif sembolü idi. Hiyerarşik şef imparator olarak seçildiği zaman “RA” ismini benimsedi. Bu isme MU ülkesinin adı eklendiğinde kralın unvanının tümü “RA-MU” olmuştu. Bundan sonra ülkeye yeni bir ad eklendi ve MU, Güneş İmparatorluğu adıyla anıldı.
Mu halkı RA_MU’ya karşı sonsuz saygı duyardı. RA_MU dini törenlerde tanrının temsilcisi sayılırdı. Fakat şu açıkça öğretiliyor ki, RA-MU mukaddes olan tanrı değildir. Sadece onun temsilcisidir. Niven’in buldu tabletlerden birinde şunlar yazılıdır: “bu tapınak MU’nun temsilcisi RA-MU’nun hükmü altındadır. Ve o büyük yaratanın ağızlığıdır(onun sözlerini aktaran, onun ifade vasıtası)”
Bir diğer tablette de şöyle bir ifade vardır:
“yaratıcının gözleri gece ve gündüz her şeyi görür ve RA-MU’nun ağzı vasıtasıyla doğruyu söyler.”
Mu’nun Diğer Kıtaları Kolonizasyonu
Eldeki bilgiler Mu’luların denizcilikte çok ileri olduklarını bildirmektedir. Dünyanın en uzak bölgelerine bile deniz yoluyla giderlerdi. Kendi kıtalarındaki nehir ve limanlara yakın kurdukları şehir aynı zamanda ticari merkezleriydi.
Zamanla anayurdun nüfusu arttıkça ve gemicilerin uzak yolculukları çoğaldıkça kolonileşme başladı. Böylece yüksek Mu kültürü, önce kolonilerine ve sonra kolonileri vasıtasıyla tüm dünyaya yayıldı. Churchward, kolonileşmenin başlangıç tarihi olarak MU’nun batışından 70.000 yıl öncesini gösterir.
Dünya gezegeninin bir belirli yaradılış başlangıcı olmuştur ve de bir yok oluş sonu olacaktır, diğer tüm yaratılıp-yok edilen kozmik nesneler gibi… Milyonlarca yıldır dünya gezegeni üzerinden, nice nice görkemli ve ilkel varlık sistemleri bir belirli evrim sürecini yaşamak üzere gelip geçmişlerdir. Onlar genellikle, kendilerinden sonraki uygarlıklara kendi kültür ve folklorlarından pek çok unsurları miras olarak bırakmışlardır. Aynen bir vetire, MU ve ATLANTİS uygarlıklarından da bizlere pek çok uygarlık kalıntılarının aktarılmasıyla gene gerçekleşmiştir. Çünkü birbirlerine böylesine yakın ve bağlı dönemler içerisinde ortaya çıkan bu uygarlıklar aslında bir Genel Evrim Devresi’nin birer parçaları olmalarından ötürü birbirlerine bu türlü çeşitli açılardan girişim yapmaktadırlar.
Sözgelimi: Mu uygarlığı ve Atlantis uygarlığı birbirine etkide bulunmuşlar ve onarlın her ikisi de şimdi bizim uygarlığımızı etkilemişlerdir.
Mu’da Bilim Ve Bazı Teknik Araçlar
Mu’lular günümüz uygarlığından pek çok alanda daha ileri seviyelere ulaşmışlardı. Özellikle spiritüel bilimlerde günümüzle kıyaslanamayacak derecede ileri bir aşamaya vardıklarını Eski Hint Metinleri de doğrulamaktadır.
İ.S. 8. Yüzyılda Mahavira’yı yazan Bhavabonti şöyle der:
“bilgin Rama’ya, Crimbhaha’nın sırlarını verdi. Bu sırlardan biri Prasvapana idi. Yüksek bir uyuşturucu gücü olan Prasvapana, Kumphakana ordularını bir anda yok edecek kadar kudretliydi”
Mahavira’nın beşinci bölümünde, Rama şu açıklamayı yapmakta: “kutsal bilimin sırları ancak inisiyelere malumdur. Binlerce yıldan beri ermişler, Brahma ve başkaları, bu silahların zaferlerini gördüler ve öğrendiler. Kriçaçva, Mantraşlar’ın gizli bilimlerinin bütün sırlarını açıklamıştı. Bana da bunları Viçvamitra söyledi.”Gene Mahavira’nın beşinci bölümünde, Puşpaka denen bir çeşit hava taşıt araçlarının eski başkent Ayadha’nın halkını taşıdığı yazılıdır. Ayrıca bu hava taşıt araçlarının, gece seferlerini yaparlarken birer yıldız gibi parladıkları belirtilmektedir.
Mu Bilim Rahiplerini Olağanüstü Yetenekleri
Öte yandan Hint yogasutrası, Aiçvaryalar’dan söz eder. Aiçvaya bir insanın malik olduğu halde tanımadığı melekeleri öğretme bilimidir.
Yogasutra,aşağıda yazılı olan bilim türlerinin Nacaller’den,yani MU’da hem rahip hem de bilgin sıfatıyla yaşayan bir sınıftan(mu bilim rahiplerinden)alınmış olduğunu yazar.
Hint Aiçvaryalar’ı yedi bölüm halindedir:
AMMA- irade ile maddeleri ufaltıp büyütebilmek(telekinezi)
LGHİMA- cisimleri hafifletebilmek ve havada durdurabilmek(levitasyon)
PRAPTE-zaman sınırlarını aşarak heryere ulaşmak ve düşünce nakli(telepati)
PRAKAMYA- irade yolu ile gaz ve sıvı cisimler arasından olduğu gibi katı cisimler arasından da geçebilmek(ışınlanma)
İÇİTRİTYA-maddelerin özelliklerini değiştirebilmek(alşimi)
SOHTART-kendi bedenine ikinci bir ruh sokabilmek veya başka bir vücuda sahip olabilmek(hüddamlılık ve ikiz beden)
ATARTVAÇ-görünmez olabilmek(demateryalizasyon)
Mu Belgelerinde Renk Irklarının Oluşumu Kuramı
Churchward, “hayatın kaynağı ve hayat nedir” isimli eski bir Naakal yazısında, deri renginin nasıl ve niçin değiştiğine ilişkin Naakal görüşünü içeren bir bölümü şöyle açıklıyor: “insanların deri rengi nasıl ve niçin değişmiştir? Bu hala çözülemeyen bir sorudur. Bu konuda 25–30 bin yıl önce Naakaller’in neler düşündüklerini görelim: “insanların derilerinin renginin değişmesine sebep olan aracı sebepler çeşitlidir. Fakat esas sebep hayat kuvveti ile deriyi meydana getiren elemanter yapı taşlarının arasındaki dengenin bozulmasıdır. Salgı bezlerinde gizli bulunan hayat kuvveti, deri de dâhil bedenin çeşitli organlarına kan tarafından taşınır. Hem salgı bezi vücudun bazı belli parçalarını kontrol eder ve bunlar yollayacağı kuvvete uygun olarak bir hacme sahiptir. Bu salgı bezlerinin ifrazları yenilen yemeğin cinsine bağlıdır. Çok ya da az ifraz olabilir. Böylelikle ya bu elemanter yapı taşı azalır yahut çoğalır, bu da çeşitli şekil ve renk değişikliklerine sebep olur. Bu hayat kuvveti aynı zamanda hücrelerin işlerini daha iyi yapmalarını da sağlar, uyarır, teşvik eder. Ne zaman ki bu kuvvette bir artış olur, hücreler fazlalaşır daha hızlı çalışırlar yahut tersine bu kuvvette bir azalma olduğu vakit bir takım bozukluklar meydana gelir. Bu dengesizliklerden doğan belli başlı bozukluklar şu noktalarda olur: bedeni ölçülerde, saç karakterinde, derinin renginde ve diğer bazı özelliklerde. Demek ki bu önemli dengesizliğin genel sebepleri yemeğin karakteri ve biraz da iklimdir.”
Robin Collyns, Mu ve Atlantislilerrin prk iyi bildiği söylenilen genetik bilimi ve geçmişte, bu bilim dalında yapılan çalışmalara ilişkin şunları söylemektedir:“bazı efsane ve yeni yeni birçok bulguların önerilerine göre, bu konuyla ilgili olarak MU’daki, ATLANTİS’deki ve Çindeki hayli ileri ugarlıklar Genetik Mühendisliğinin gerçek inceliklerini bildiklerinden, insana benzer varlıkları veya “maysun-insan” varlıklarını ilim vasıtasıyla genetik irsiyet faktörleriyle değiştirerek insan biçimine getirmişlerdir. (Ancient Skies,September-October)
Mu Uygarlığında Mimari
Mu’luların ileri bir mimariyle inşa ettikleri yapılar arasında taştan saraylar ve devasa tapınaklar da vardır.
W.J.Thomson’nun çözdüğü bir Paskalya adası tabletinde MU’daki yollara ilişkin şunlar söylenmektedir:
“koca kıtayı bir örümcek ağı şeklinde düzgün yol sistemleriyle örmüşlerdi. Yolarlın yapımında kullanılan düz taşlar birbirine öyle kenetlenmişti ki hiçbir çıkıntı ve çöküntü yoktu.”
Mu’da İfade Vasıtası Olarak Yazı
Churchward’a göre Mu alfabesi 16 harften meydana gelmişti, bunlardan başka iki sesli harfin birleşmesinden meydana gelen harfler de vardı. Harfler çeşitli şekiller ve semboller halindeydi.Mu’da genel olarak kullanılan yazı şeklinden başka sadece bazı bilim rahiplerinin kullandığı hiyeratik yazı şekli vardı ki, ezoterik anlalar taşıyan u yazı şekliyle bir çok şey sembolize edilmekteydi.
İlk dini semboller basit ve çizgi(hat) halindeydi. Bu çizgiler çeşitli anlamlar taşıyordu ve üstatlar da bu çizgilerin taşıdığı anlama göre öğretiyorlardı. Zamanla çizgiler birleştirilmiş ve geometrik şekiller halini almıştır.
Genelde Atlantis le ilgili duyuyoruz hep böyle şeyleri.MU yu bılmıodum açıkçası bikaç gün öncesine kadar ayrı konuda açtım bununla ilgili "İstanbul'un Kadim Sırları" adlı bi kitap yazdı kuzenim.Murat İrfan Ağcabay.Kitabı okumaya başladım MU nun varlıgıyla orada karşılaştım ilk kez.Bu uygarlıgın yıkılışından sonra yayılan kultürünün nerelere kımler tarafından goturuldugu en son istanbul da toplandıgı ile ilgili bi kitap.Yani insanlığın asıl tarihi diyebiliriz.Şu magralarda yazıtlarda falan bulunan füze astronot sembollerı şimdi daha anlamlı tufandan önce yaşayan ırk bizden daha ileriydi.Helak edilen bi ırktan bahsedilir kitaplarda işte bu MU.Türklerin soyunun burdan geldiğini söyleyen çok bunun sebebi ise uygurların MU nun bi uzantısı olması ve Ulu önderimizin yaptığı araştırmalar.